Britanya özelinde yazılmış olsa da aslında bütün ülkelerin günümüzdeki genel toplumsal yapıları ve eğilimleri üzerine muazzam bir dörtleme. Aşırı gerçBritanya özelinde yazılmış olsa da aslında bütün ülkelerin günümüzdeki genel toplumsal yapıları ve eğilimleri üzerine muazzam bir dörtleme. Aşırı gerçekçi. Kısa zamanda daha detaylı bir yorum gelecek ama şimdilik söyleyebileceğim hayran kaldım, öyle güzel....more
Serinin üçüncü kitabı İlkbahar adıyla tezat oluşturacak şekilde belki de en karanlık kitabı ve diğer yandan da düğüm noktası.
Ruhunun diğer yarısını kSerinin üçüncü kitabı İlkbahar adıyla tezat oluşturacak şekilde belki de en karanlık kitabı ve diğer yandan da düğüm noktası.
Ruhunun diğer yarısını kaybetmenin yasını tutan bir yandan da Katherine Mansfield ile Rilke’nin hiç farkında olmadan yaşadıkları -olası- karşılaşmalarının hikayesinin -muhtemelen Netflix’in elinde- banal bir çağdaş romantizm klişesine dönüşmesine engel olmaya çalışan, intiharın eşiğinde eski bir film yapımcısı, .ok parlak bir geleceği olabilecekken sistemin çıkmazına sıkışıp Mülteci Geri Gönderme biriminde çalışan bir görevliye dönüşen genç bir kadın, insanları iyiliğiyle hipnotize edip masal kahramanı gibi iyilik dağıtan gerçekliği tartışmaya açık küçük bir “göçmen” kız ve içinde kahve -aslında su bile -olmayan bir kahve kamyonetine sahip kütüphane gibi bir kadın. Arka arkaya sıralandığında hiçbir şey ifade etmeyen bu eklektik ekibi bir araya getirip üzerine politika, iki yüzlülük, eğitim eşitsizliği ve toplumsal ahlak üzerine ziyadesiyle ciddi ve okuruna tokat gibi çarpan bir kitap yazmak sanırım yalnızca Ali Smith’in yapabileceği bir şey.
Brexit odağını yavaş yavaş ikinci plana alan serinin üçüncü kitabında ana odak mülteciler, vatan kavramı, evsizler, toplumun iki yüzlü ahlakı ve insanlık konularına kayıyor. En başta söylediğim karanlık noktası da buradan geliyor zaten. Zira bütün dünyanın yükselen problemi olan “göç ve yabancılık” olabildiğince açıklığıyla ve Batı’nın -gerçi bu sorumluluğu sadece Batı’ya yüklemek ne kadar adil bu da gayet tartışmaya açık bir konu- iki yüzlülüğünü gözler önüne seriyor. Ancak bu kadar sert ve keskin köşeleri olan bir konuda yazarken dahi ne her kitapta kalbimi fetheden mizahi ve şiirsel dilinden ne de Britanya’nın tarihindeki günahlara yaptığı imalardan vazgeçmiyor. Lakin mizah gerçeklikten uzaklaşmasına da sebep olmuyor aksine masallara ve mucizelere yaklaştırmasına ve bir masal perisinin izini sürüyormuşuz hissini yaşatmasına rağmen gerçek dünyada “mutlu son” diye bir şey olmadığını okura kabul ettirmeye kararlı bir gerçekçilik ile anlatıyor hikayesini. Yolun sonunun aynı zamanda İskoçya ile İngiltere arasındaki son savaşın yaşandığı yerde gelmesi de bunun bir diğer kanıtı zaten.
İlkbahar hem anlattıklarıyla hem de tercih edilen kelimeleriyle okuyucuyunun öfkesiyle beslenecek şekilde çok güçlü bir şekilde kurgulanmış, kültürel atıflarla dolu deneysel bir roman. Ancak okuduğum dönemden mi kaynaklı yoksa Kış’ın ben de yarattığı etkiden mi bilemem benim için hala serinin en güzel kitabı Kış, ardından İlkbahar geliyor. ...more
Sonbahar’ı okurken başlarda yaşadığım o “ ben ne okumaya çalışıyorum” sorusu Kış ile birlikte “ben ne güzel bir şey okuyorum, lütfen hiç bozulma” aşamSonbahar’ı okurken başlarda yaşadığım o “ ben ne okumaya çalışıyorum” sorusu Kış ile birlikte “ben ne güzel bir şey okuyorum, lütfen hiç bozulma” aşamasına evrildi.
Açıkcası okumadan önce gördüğüm olumsuz yorumlardan ve kapağının kasvetli karanlığından dolayı biraz çekinerek başladım. Ancak daha birinci bölümden beni kendine çekti. Hatta öyle ki benim için Sonbahar’ın önüne geçti.
Kitap bir Noel hikayesi de diyebiliriz aslında. Baba kavramının tamamen boş küme olduğu ve annesiyle de asla bir bağ kuramadığından hayata da gerçeklerle tutunamayan Art, gerçeklikle bağının ne seviyede olduğunu asla çözemediğimiz annesi -Sophia-, kardeşiyle yıllardır bağı kopuk olan “çiçek çocuk” teyze İris ve güzeli akıllı ama yıkıcı Charlotte’un boşluğunu doldurmak üzere plana dahil olan diğer Charlotte olan Lux ile oluşturulmuş mini bir toplum örneğinde geçmiş ile bugün arasında gezinerek ve Brexit’i ana eksende tutarak politika, post-truth, sanat, aile ve öznellik gibi çok güncel konuları irdeliyor. Sonbahar’dan farklı olarak Brexit oylamasının yarattığı yıkıma bu sefer okyanusun karşı kıyısındaki yeni başkanın sebep olduğu tedirginlik de ekleniyor ve her iki durumun ortak sorunu göç ile birlikte bu sefer dijitalleşme, çevre kirliliği ve gerçeklik algısına daha çok eğiliyor. Bu arada ilk kitaba göre “kara mizah”ın dozu da oldukça artıyor ki bu kopuk, bir yabancıyla çözünmeye meyilli ailenin ilişkilerini o mizah desteği olmadan okumak çok sinir bozucu olabilirdi.
Ali Smith’in çok büyülü bir dili var. Uzun uzun betimlemelere girmemesine rağmen bir objeyi, insanı ya da duyguyu anlatırken o kadar net bir aktarım kullanıyor ki siz kitabı okurken beyniniz aynı zamanda bir filmi izliyormuş gibi algılayıp size o evreni yaratıyor. Iris’in yüzündeki o sarkastik neşe, Sophia’daki tatminsizlik, Art’ın yarım kalmışlığının verdiği omuzları düşük içine büzülme ya da Lux’ın gözlerindeki o zekanın ışığını, evi, bahçeyi bütün detayları olabildiğince canlılığıyla yaşıyorsunuz. Hem de bütün gerçeklik referanslarına rağmen aslında gerçek ile hayal arasında gezinen bir kurguda bunu yapması muazzam. Zira normal şartlar altında beyniniz ısıtıcıdan yükselen havada saçları havalanan, uçan bir yeşil kafayı kolay kolay bu kadar gerçeğe uygun - ki gerçekliği nasıl olur o da belirsizken- canlandırmanız mümkün değil. Başta da söylediğim gibi ben Kış’ı Sonbahar’dan dahi daha çok sevdim. Bunda Keats ve Shakespeare’in varlığı kadar dört kişi üzerinden yarattığı ülke temsili de etkili. Kış, ismindeki ve kapağındaki kasvete oldukça uygun bir şekilde; kadınların, göçmenlerin, işi sınıfının ve kendi gibi olmayanların üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan muhafazakar siyasi yapının icraatları üzerine aslında. Ancak kısmen bu gücün temsilcisi olan eksantrik bir aile ve oldukça komik bir araya gelişleriyle insana ümit vermeyi de başaran bir kitap. Çok sevdim.
“Geleceğin İtalya kadar güneşli, kozmopolit ve Avrupai olacağını düşünüyorduk.”
Sonbaharı’ın ilk bir- iki bölümünü okuduktan sonra kafamda oluşan soru “ ben ne okumaya çalışıyorum? - okuyorum dahi değil-“ O yüzden oldukça karmaşıkSonbaharı’ın ilk bir- iki bölümünü okuduktan sonra kafamda oluşan soru “ ben ne okumaya çalışıyorum? - okuyorum dahi değil-“ O yüzden oldukça karmaşık bir fikir beyanı okuyacağınızı şimdiden söylemiş olayım.
Sonbahar, Brexit süreci üzerine olan Mevsimler Dörtlemesi’nin açılış kitabı. Bu politik ayrılma sürecini ise otuz iki yaşındaki Elisabeth Demand ile yüz bir yaşındaki Daniel Gluck’ın arkadaşlığının hikayesi üzerinden ancak gerçekliği kurguyla harmanladığı, oldukça şiirsel ve karmaşık bir dil ile yapıyor. Bunu da ana karakterleri birbirleriyle - ve tarihle- görkemli bir şekilde bağlamasında büyük bir katkı sağlayan gerçek karakteri Pauline Botyvari bir şekilde; kurguyu sanat, popüler kültür, kadın görünürlüğü - görünmezliği elbette- ve politik imalarla gerçeğe karıştırarak her şeye sahip bir kolaj yaratıyor. Benim de en sevdiğim yönlerden birisi bu imalar noktası. Kitapta çoğu şey asla direkt dile getirilmeden, imge ve ima yoluyla ilerliyor. Bu tercihinden mi bilmiyorum ama muhtemelen başka bir kitapta bu kadar sık karşılaşmak çok didaktik gelecek olsa da bu kurgunun içinde “ne okuyorsun?” sorusu hem bireysel hem de toplumsal bazda önem kazanıyor.
En başa dönecek olursak bu gerçekten anlatması hiç de kolay olmayan oldukça karmaşık ancak ipuçlarını ve imaları çözdükçe keyif alarak ilerleyebileceğiniz bir kitap. Arka kapakta “Shakespearvari bir nüktedanlık, Keatsvari bir melankoli” olarak tanımlanmış. Ancak Elisabeth’in gerek annesiyle gerekse karşılaştığı diğer insanlarla ya da Daniel’ın bir ses ile olan diyaloglarından yola çıkarak ingiliz mizahına da doyacağınızı söyleyebilirim. İnanılmaz derecede zekice ve çok ince noktalara dokunarak oluşturulmuş eleştirilerle dolu sarsıcı bir metin. Sanırım şimdiye kadar Zadie Smith’in yazıları dışında Brexit üzerine “içeriden” bir yazarın yorumlarını okumamıştım. Ali Smith beni büyüledi adeta. Belki aralar vererek okurum diye düşünmüştüm ancak ara vermeden seriye devam edeceğim. Sadece uyarı olarak, eğer Brexit süreci ve güven vermeyen kurgular ilginizi çekmiyorsa bu seriden hoşlanmayabilirsiniz. Onun dışında tavsiyedir....more
Ailesinden kalan miras sayesinde kendine ait güzel bir evi olan, iyi bir galeride saygın bir iş sahibi, hayata boyunca başarılı olmuş güzel bir kadın Ailesinden kalan miras sayesinde kendine ait güzel bir evi olan, iyi bir galeride saygın bir iş sahibi, hayata boyunca başarılı olmuş güzel bir kadın anlatıcımız. Bu rüya gibi hayatına milenyum ile bir reset atmaya karar verir ve antipsikotik ilaç ile arası iyi, ideal bir psikiyatrist yardımıyla bu planını işleve sokar.
Ben Dinlenme ve Rahatlama yılım ile Ottessa Moshfegh’in yazım tarzına hayran kaldım. Bu kitap çok sert bir toplum eleştirisi aynı zamanda da depresyon üzerine yazılmış en güçlü metinlerden birisi. Çünkü anlatıcının düştüğü derin varoşsal krizini ve bu halini kendi kıskanılan güzelliğine, ailesini kaybetmenin acısına bağlama ve insanlarla arasına koyduğu mesafenin arkasına saklama çabasına kadar “olması gerektiği gibi”. Açık bir şekilde kimsenin kendisini özdeşleştirmek istemeyeceği -zira içinde bulunduğu topluma göre mutlu olmak için her şeye sahip- bir karakterin aslında muzdarip olduğu yaşama sevinci ve gücünün yoksunluğunu iliklerinize kadar hissedip, anlatıcı ile bağ kurabiliyorsunuz. Bunu da yazarın aynı cümle içinde hem mizahı hem de ciddiyeti bir arada tutması sağlıyor.
Diğer yandan da görünümün en önemli kriter olduğu topluma, çifte standarta, postmodern sanata, ikili ilişkilerdeki yaratılan karakterlere ve toplumun özgürlük baskısına dair söylediği çok şey var. Özetle özgürlük ya da kimlik kavramının tamamen yanılsamaya dönüştüğü bir toplumda kendi huzursuzluğunu susturmaya çalışan ama diğer yandan da bunu nasıl yapacağını bilemeyen bir kadının kendini ve zinhinin gerisine ittirdiği korkularını uyutma projesini merak ediyorsanız mutlaka okuyun. Bu kitapta çok fazla acı ve hüzün var, anlatıcıdan ailesine, arkadaşı Reva’dan psikiyatristine kadar aslında hepsi kalbi kırık ruhu hasarlı insanlar, tutunabileceğiniz hiçbir karakter yok. Ama yine de sizi kendisine çekiyor. Benim çok sevdiğim kitaplardan birisi oldu. Eileen uzun zamandır kitaplığımda bekliyordu, önümüzdeki aylarda da onu okumayı düşünüyorum. Umarım önümüzdeki aylarda daha çok Ottessa Moshfegh kitabın dilimize çevrildiğini görürüz....more
Büyücü üzerine çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim kitaplardan. Birincisi, kitabın neredeyse tamamının spoilerlarla kaplı olduğundan, ne anlatmaya kalkBüyücü üzerine çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim kitaplardan. Birincisi, kitabın neredeyse tamamının spoilerlarla kaplı olduğundan, ne anlatmaya kalksam büyüsü bozulacağı için. Bir diğer sebep de okurunu arada bırakan, hafif paranoyaya sebep olup "acaba doğru mu anladım" sorusunun net bir cevabını bulamadığım için.
Konu olarak temelde; Oxford mezunu genç bir İngiliz, bir lisede öğretmenlik yapmak için bir yıllığına kurgusal bir Yunan adasına gelir. Burada kökleri tam olarak çözülemeyen kozmopolit, entellektüel bir iblis ile yolları kesişir. Kitapta işler bu noktadan sonra karışır. Zira gerçeklik, mitlerin günlük hayatı işgali ile bozulur. Çok sarsıcı bir kitap, fail ile mağdur ilişkisine dair çok büyük bir karmaşa sunuyor önünüze. Kurban kimliği ve de gerçek ile yalanın ayrımı üzerine çok fazla düşünmenize sebep olacak kitaplardan. Okuyucuyu daimi karanlıkta tutarak, gerçeğe ya da ışığa ulaşma arzusunu yükseltiyor. Ancak sonunda size yalnızca bir ışık sunuyor, bunun doğru ya da gerçek olduğunu çözmeyi, bunu kabullenmeyi sizin insiyatifinize bırakıyor. Bu arada kitap çok fazla tarihi referansla dolu ancak bunu mizahla da dengeleyip okuyucuyu bütün sanrılarına ve paranoyasına rağmen "sıkılmadan" kitapta tutmayı başarıyor. Ben kitabı çok beğendim. Ancak sevmeyenlerin de neden sevmediğini çok iyi anlayabiliyorum. Özelikle de yazıldığı döneme damgasını vuran ezoterizm ve psikalizin çılgınlıkları, günümüzde okuduğunuzda insanı sıkabiliyor. Bir yandan da kitapta çok sert dönüşler var, özellikle de 200lerden sonra artık bütün o kıvrımları,hikayenin değişen yönünü takip ederken zaman zaman "ne oluyor burada?" diye kaldığınız oluyor. Özellikle bu koşturmacadan, açık uçlu sonlardan ve biraz da polisiyeden haz etmiyorsanız bu kitap sizi üzebilir. ...more
Amerika’da Ortabatı’dan New York’a uzanan modern bir aile destanı. Enid’in elli yıllık evlilik hayatının ardından tek isteği bir Noel’de son kez, bütüAmerika’da Ortabatı’dan New York’a uzanan modern bir aile destanı. Enid’in elli yıllık evlilik hayatının ardından tek isteği bir Noel’de son kez, bütün ailenin bir arada olmasıdır. Aynı aileden kök alan bu farklı hayatlar sonunda bir araya gelir ve aralarındaki çatışmaların kökeni ortaya çıkar. Kitap, evli bir çift ve üç yetişkin çocuğu üzerinden 20.yüzyılın sonunda Amerika’daki sosyal koşulları çok iyi yansıtıyor. Evin annesi Enid’in düşmanı, yaşlandıkça daha da kırılgan hale gelen ve hastalığı sonucu gri sislerin arkasında kaybolup kendine ayrı bir dünya inşa eden kocası Alfred. Alfred’in karşı kutbu ise evi tam bir istifçi gibi dolduran ve sürekli toplumsal statü gereği isteklerle gelen karısı, Enid. Kitabın belli bir baş karakteri olmamasına rağmen, gündelik hayatla dahi baş edemeyen, ne birbirleriyle ne de ayrı yaşayabilen bu yaşlı çift ve hayata dair yaşadıkları hüsran o kadar güçlü bir yoğunlukla anlatılıyor ki hikayenin merkezine onları alıyorsunuz. Bence bu kitabın en güzel yanı gerçekçiliği, çünkü karakterleri yazarken bir çok sosyal ve kültürel yönden değişim ve dönüşümleri de aktarıyor. Geçmişten günümüze öyle bir noktaya geliyorsunuz ki bir noktada karakterlerle aranızda bir tanıdıklık gelişiyor, hayatlarına yeni yönler vermiş eski komşularınız ya da okul arkadaşlarınızla yeniden karşılaşmışsınız gibi hissediyorsunuz. Ya da bir tartışmanın ortasında olma hissi o kadar tanıdık ki, tartışan çiftlerin, kardeşlerin ya da ebeveynlerin arasında o kaosu sonuna kadar hissedebiliyorsunuz. Öyle ki, bu tipte bir sahneyi okurken kapıyı çarpıp ortamı terk eden olma isteği kabarıyor içinizde. Bu gerçekliğin çok belirgin hissedildiği bir diğer nokta da Alfred’in demans süreci. Gemi yolculuğu sürecinde tanıdık olmayan bir ortama geçtiğinde yön duygusunu tamamen kaybetmesi, sanrıları ve geri dönüşleri demansın karanlık gerçeğiyle sizi baş başa bırakıyor. Okurken sanırım beni en çok sarsan hatta ezen bölümler bunlardı.
Özetle Jonathan Franzen bu aile romanıyla aslında işlevsiz, modern batılı aile yapısını ele alıyor. Karakterlerin yaşamlarında sosyal ve politik olayların da önemli dönüm noktaları yaratmasıyla aile ve sosyo-kültürel tarihin bir araya geldiği modern bir toplum yansıması çıkmış ortaya. Yazarın tarzı benim çok hoşuma gitti. Lirik, zaman zaman komik -daha doğrusu trajikomik- bir şekilde çatışma, insani kusurlar, başarısızlıklar , hatalar ve ilişkiler üzerine muazzam bir hikaye inşa etmiş. Kitaptaki karakterler ve hikaye hakkında bir şeyler söylemek istemedim çünkü bu aileyi ve her bir detayı okurun kendisinin tanıması kitabın büyüsünü daha etkili bir hale getiriyor bence. Ama şunu söylemeden de geçemeyeceğim. Gary, bütün bahanelerine rağmen senden ölesiye nefret ettim.
"Ben... Ben hata yaptım... Ben yalnızım... Ben ıslağım... Ben ölmek istiyorum... Ben üzgünüm... Ben elimden geleni yaptım... Ben çocuklarımı seviyorum... Ben yardım istiyorum... Ben ölmek istiyorum..."...more
Yarınki Yüzün üçlemesine geçtiğimizi yılın nisan ayında başlamıştım. Yaklaşık olarak dokuz aya yayılan bir serüvendi. Zaten çok kısa zamanda da okunupYarınki Yüzün üçlemesine geçtiğimizi yılın nisan ayında başlamıştım. Yaklaşık olarak dokuz aya yayılan bir serüvendi. Zaten çok kısa zamanda da okunup geçilebilecek kitaplardan değil açıkcası. Zira yazması da sekiz yıla mal olan 1144 sayfalık bir yolculuk. Çünkü Marias okuyucusuna karşı talepkar yazarlardan ve eylemlerden-hikayeden çok karakterinin zihnindeki dolambaçlı yollarda gezinip zengin bir metin sunmayı tercih ediyor.
Jaime Deza çok dilli bir çevirmen olarak, eşiyle boşanma arifesindedir. Bu süreci kolay atlatabilmek için Madrid’den ayrılıp Londra’ya gelir. Burada BBC radyosunda çalışmaktayken, Oxford’daki akıl hocalarından birisi olan Peter Wheeler’ın aracılığı ile Bertram Tupra ile tanıştırılır ve kendisini gizli servisin içinde “insan tercümanlığı” yaparken bulur. Ana hikayemiz bu olsa da Marias’ın anlatmak istedikleri ise bambaşka. Birinci kitap genel olarak Deza’nın Wheeler’ı ziyareti ile geçiyor. Sanırım serinin en iyi kitabı da birinci kitap. İspanya İç Savaşı’ndan, İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’deki “careless talk” kampanyalarına uzanan ve insanlık tarihi ve insanı muazzam bir şekilde irdeleyen bir iç dünya yansımasını takip ediyorsunuz. İkinci kitapta ise Deza’nın eski -henüz boşanmadıkları-karısı Luisa imgesi ön plana gelmeye başlarken hikaye olarak ise sizi sadece diskotekte geçen bir gece bekliyor. Bir çorap kaçmasına on sayfa yazabilen bir yazarın size böylesine önemli bir geceyi anlatması için 296 sayfaya ihtiyaç duymasını yadırgamamayı öğreniyorsunuz ve öğrendikçe daha da fazla büyüleniyordunuz.
Özetle evet takip edilmesi zor bir seri. Zira okurken adeta hipnotize oluyorsunuz, kayboluyorsunuz. Sarkaç gibi ileri geri sallanan bir hikayede zaman zaman sonsuza kadar gidecekmiş gibi hissediyorsunuz. Hatta bazı noktalarda hikaye tamamen duruyor ve tarihin gerçekliğine geçiş yapıyorsunuz. Marias Deza’nın biten evliliği, isimsiz kuruluştaki görevi, iş arkadaşlarının gizemli hayatları ve ilişkileri ile sizi baştan çıkarırken üzerinize asıl derdi olan varoluşsal düşüncelerini saçıyor. Sadakat ve güvensizlik, geçmiş ve gelecek, bencillik ve cömertlik üzerine uzun uzun düşünmenizi sağlıyor. Ama kendi vermek istediği mesajı gayet açık: insan kötülüğe meyilli bir canlıdır ve çoğunlukla - bazı istisnai kişiler haricinde- bundan utanma gereksinimi dahi duymaz. Bu mesajını da bireysel kötülükten kitlesel kötülüğe; gizli arşivlerin derinliklerinde bulunan kişisel kötülük videolarından, kitsele; Ispanya İç Savaşı’na, İkinci Dünya Savaşı’na, edebiyatta çok fazla yer verilmeyen Franco diktatörlüğü döneminden, gizli servislerin manipülasyonlarına uzanan büyük bir liste ile sözünü sakınmadan- acımasızca örneklerle destekliyor.
Üçüncü kitap ile sorularınızın büyük çoğunluğunu cevaplıyor Marias. Benim çoğu zaman “acaba ben mi kaçırdım, açıkladı mı” diye kendimden şüphe etmeme sebep olan birinci ciltteki kan lekesinin cevabını dahi üçüncü cildin son sayfalarında verdi yani. Upuzun yollardan geçip kendisini, karakterlerini ve zehrini içinize akıtan, hapseden ve sizinle yaşamaya devam eden yazarlardan birisi Marias. Bu üçleme muhtemele hayatım boyunca en sevdiğim kitaplardan olacak ve dönem dönem geriye dönüp yine aynı heyecanla, keyifle okuyacağım. Şimdiye kadar hala Nobel verilmemiş olmasını Isveç Akademisi’nin, kendisinin deliliğinden korkmasından kaynakladığına yormayı tercih ediyorum. Zira başka açıklaması olamaz.
Second Place’i şubat ayının sonunda bitirdim ancak hakkında bir şeyler söylemek benim için halen çok zor. Özellikle Çerçeve üçlemesi benim için çok aySecond Place’i şubat ayının sonunda bitirdim ancak hakkında bir şeyler söylemek benim için halen çok zor. Özellikle Çerçeve üçlemesi benim için çok ayrı bir yere sahip. Bu kitapta da benzer bir etki bekliyordum fakat daha farklı bir kurguyla karşılaştım.
Kitap bir monolog şeklinde, bu monolog ise Jeffers’a yazılan mektuplar şeklinde önünüze konuyor. Anlatıcımız M., ilk kocasıyla ayrılık sürecinden başlayarak günümüze ilerliyor. Bu ayrılık döneminde, aklından atamadığı soruların cevabını L.’in tablolarında keşfeder ve bu noktadan sonra L.üzerine bir obsesyon geliştirir Hikayenin detaylarına girmeden kitabın genel yapısına dönersek; bu mektuplar aslında birilerine bir şeyleri anlatmaktan ziyade M.’in iç dünyasıyla yüzleşmenin aracı konumunda. Ancak bunu yaparken M.’in kendine karşı takındığı acımasızlık okuru sarsıyor. Rachel Cusk’ın anlatımlarının en güçlü yönü kelime ve metafor seçimleri bence. Bu seçiminin gücü de kişisel bir yüzleşmeyi okur açısından bir özyıkıma dönüştürüyor. Seconda Place’i üçleme kadar sevmememin cevabı da bu noktada saklı aslında. Üçlemede Faye zaman zaman öne çıkarken bazı noktalarda adeta görünmez olup sahneyi, başka insanlara bırakır. Burada ise tamamen M. üzerine yoğunlaşan daha sert bir kurgu var. Kitaba tekrar dönersek, bir yandan kişiliklerin ve ilişkilerin ne yönlerde gelişebileceğini düşündürürken bir yandan da anne-eş olmak ile sanatın bireyselliği arasına sıkışan bir kadın olmayı, bu çatışmanın içinde hayatını dengede tutma çabasını, o sıkışmışlığı kendi içinizde hissedebileceğiniz kadar gerçekçi bir şekilde aktarıyor. Anne, evlat ve de birey olmak üzerine ya da toplumsal cinsiyet rollerinin sanatta bile değişmez bir şekilde varlığını sürdürmesine dair konuşacak ve düşünecek çok şey veriyor size. Ancak yine de benim için çok kolay ya da çok keyifli bir okuma olmadı. Açıkcası ben Rachel Cusk’ın, kurgunun daha ön plana çıkıp, tek karakter odaklı ilerlerken genele dair tespitlerinin ve görüş bildirimlerinin daha geri planda, satır aralarına sıkıştığı haliyle bir türlü anlaşamıyorum. Bir Zamanlar Seviyordun kitabında da benzer şeyleri hissetmiştim.
Yine de asla kötü bir kitap değil aksine düşündürdükleriyle muazzam. Ancak Rachel Cusk kitapları özelinde benim favorim değil. Hatta ilk bu kitabıyla tanışsaydım, kendisini okumaya devam etmek için yeterli motivasyonum olur muydu, emin değilim. Oldukça deneysel, hatta farklı bir kitaba saygı duruşu şeklinde kurgulandığından Rachel Cusk’ın kişisel tarzından uzaklaştığını zaten hissediyorsunuz. (Ki bu bir yazarın yazım tarzını benimseyerek saygı duruşu kitaplarını yazma konusunda en iyi isim sanırım Colm Toibin) Eğer bu kitabı okuyup kendisiyle bir bağ kurmakta zorlanıyorsanız bence Çerçeve kitabına bir şans verin. 20 sayfada 150-200 sayfalık yük yükleyen, ama bundan keyif duymanızı sağlayan yazarlardan birisi kendisi. Tek kitapta listenizden silinmesi yazık olur....more
İngiltere ve ülkedeki müslüman nüfusun kabulü ve karşılaştıkları ön yargıları her iki gözden de aktaran, iyi tasarlanmış bir roman. Bu kadar çağdaş biİngiltere ve ülkedeki müslüman nüfusun kabulü ve karşılaştıkları ön yargıları her iki gözden de aktaran, iyi tasarlanmış bir roman. Bu kadar çağdaş bir sorunun, en ağır yunan tragedyası olan Antigone'dan çıkışla kurgulanmış olması ama yine de dilindeki o gündelik hali koruyup politik olay örgüsünü dahil etmesi çok etkileyici. Kitap beş ayrı bölümde, beş ayrı karakterin açısından gösteriliyor. Bir tarafta cihatçı bir babanın çocukları olarak İngiltere'de toplumda yer almaya çalışan lakin erkek kardeşin de IŞID'e katılmasıyla hayatları daha da zorlaşan Isma ve Aneeka ile onların hayatını iyice zorlaştırıp bir yandan da Avrupalı gençlerin ikna, yolculuk ve sonraları ile IŞID'e dahil olma süreçlerini gördüğümüz Parvaiz. Diğer cephede ise artık farklı bir sınıfa dahil olmuş, tamamen yerelleşmiş - ya da başka bir bakış açısıyla asimile olmuş- Karamat ve oğlu Eamonn var. Tamamen farklı gözlerden okumak hem kurguyu daha gerçekçi yaparken hem de her birisinin seçimlerini okuyucu açısından daha anlaşılır kılıyor. Bu kadar hassas bir konuyu bu kadar kolay okunabilir olarak aktarması saygı duyulası. Ancak kişilere ayrılan bölümlerin kısalığı ve zaman çizgisinin karışıklığı kitabın negatif yönlerinden, zaten dört yıldız vermemin sebeplerinden de birisi bu. Bunun dışında çok sevdiğim kitaplardan birisi oldu. Tavsiye ederim. ...more
Serinin ilk kitabındaki oradan oraya sürüklenip olayları takip ederken yine bambaşka yerlerden çıkmamızın aksine bu kitap daha konsantre bir şekilde bSerinin ilk kitabındaki oradan oraya sürüklenip olayları takip ederken yine bambaşka yerlerden çıkmamızın aksine bu kitap daha konsantre bir şekilde bir dans gecesi, İspanya İç Savaşı, Tupra'nın detayları ve korku üzerine yoğunlaşıyor. Benim ilk kitapta "Wheeler'ı dinlerken ben mi kaçırdım acaba" diye takıldığım kan lekesi varlığını ve gizemini bu kitapta da korumaya devam ediyor. Üçüncü cilt gümbür gümbür geliyor gibi bir his var içimde. Okurun aklıyla oynayan, muazzam bir seri, çok beğendim.
"Korku, Jack. Sana bir keresinde söylemiştim, korku dünyanın en büyük kuvvetidir, yeter ki insan ona uyum sağlasın, onun içine yerleşsin, onunla barışık yaşasın. O zaman korkudan yararlanabilir, onu kullanabilir, rüyasında bile göremeyeceği kahramanlıklar yapabilir, cesurca savaşabilir, direnebilir, hatta kendisinden daha güçlü birini yenebilir. Sizlere söylemiştim, çocukları yanlarında cepheye gönderilese, anneler en iyi savaşçılar olur."...more
Annesini kaybettikten sonra yetimhaneye gönderilip burada bir hademeden satranç oynamayı öğrenen ve bu yolla hayata tutunan bir kız çocuğunun 19 yaşınAnnesini kaybettikten sonra yetimhaneye gönderilip burada bir hademeden satranç oynamayı öğrenen ve bu yolla hayata tutunan bir kız çocuğunun 19 yaşına kadar olan sürecinin hikayesi. Satranç merkezinde; yetenek, sancılı bir büyüme süreci ve bağımlılıkları sürükleyici bir şekilde anlatıyor. Konunun ve satrançın zamansızlığından dolayı güncel bir hikayeyi okuyor gibi hissediyorsunuz. Yalnız yazarın alkol bağımlılığına olan ilgisini henüz çözemedim. Dünyaya Düşen Adam’da da burada da bir alkol problemidir gidiyor. ...more
Daha önceden Berci Kristin Çöp Masalları ve Sevgili Arsız Ölüm kitaplarını okumuştum. Onların ardından beklentimin biraz altında kaldı. Dili sa3,5 ⭐️
Daha önceden Berci Kristin Çöp Masalları ve Sevgili Arsız Ölüm kitaplarını okumuştum. Onların ardından beklentimin biraz altında kaldı. Dili sade ama anlatılanın çok yorucu-kalp kıran bir konu olmasından dolayı çok da kolay bir okuma olmadı. Kötü bir kitap değil asla. Fakat benim favorilerimden birisi olmadı....more
Yazarın 2000'li yılların başından beri uyguladığı; sosyal sınıflar arasındaki uçurumu küçültmek için felsefe atölyelerini cezaevi, kırsal bölgeler ve Yazarın 2000'li yılların başından beri uyguladığı; sosyal sınıflar arasındaki uçurumu küçültmek için felsefe atölyelerini cezaevi, kırsal bölgeler ve fuarlar alanlara taşıyarak "düşünme"yi her tabakaya yaymayı hedeflediği "philosophe vagabond" ekolünü kitaplaştırdığı hali. Bir felsefe hocası topluma yeniden kazandırma minvalinde bir programda cezaevlerinde ders vermeye başlar. Ancak bu işe bir takım yasal olmayan bahis, kuryelik vb durumları da eşlik eder. Bu aksiyonun aralarına da mahkumlara verilen felsefe derslerinden ana başlıklar serpilir. Ancak işte amaç ile sonuç bu noktada ayrışmaya başlıyor. Zira felsefeye dair o kadar klasik ve temel düzeyde kalıyor ki kitap felsefeden çok bir Fransız cezaevlerindeki yasadışı ilişkilere dair orta seviye bir hikayeye dönüşüyor.
Teknolojinin ilerleyişi işe yükselişe geçen çağdaş bilgi toplumunun, dibe vurmanın eşiğindeki yazılımcı bir adamın hikayesi üzerinden anlatımı.3,5 ⭐️
Teknolojinin ilerleyişi işe yükselişe geçen çağdaş bilgi toplumunun, dibe vurmanın eşiğindeki yazılımcı bir adamın hikayesi üzerinden anlatımı. Aslında postmodern bir Avrupalının içine kapanık, izole mutsuzluğuna dair, insanların en çirkin yanlarını öne çıkartması ile oldukça etkileyici. Ancak kitap boyunca öyle yoğun varoluş sancıları, cinsel yokluk, mutsuz arkadaşlar ve başarısızlık ile yoğrulmuş depresyon var ki, yıldım. ...more
Aynı hücreyi paylaşan dört mahkumun uğradıkları aşağılanma ve işkenceye, üzerinde yattıkları betonun so“Aslında uzun hikaye, ama ben kısa anlatacağım"
Aynı hücreyi paylaşan dört mahkumun uğradıkları aşağılanma ve işkenceye, üzerinde yattıkları betonun soğuğuna, acıya dayanabilmek ve hayatla bağlarını koruyabilmek için kelimelerine tutunmalarının hikayesi. Decameron modelini takip edip, bütün yolların İstanbul'a çıktığı hikayeleri paylaşıp sırlarını derinlerine gömüyorlar. Kurgu ile gerçeklik arasındaki sınır çok kırılgan. Kitap boyunca şimdiki zamanla geçmişin, gerçek ile rüyanın, hafızanın ve halüsinasyonun birbirine karıştığı ancak okurun hiç kopmadığı bir dil var. En sevdiğim yanlarından birisi de bu oldu.
Benim Burhan Sönmez ile ilk tanışmam Labirent kitabı ile olmuştu, o yüzden uzun bir süre bu kitabını erteledim. Ben yaptım siz yapmayın yazarla bu kitapla tanışın derim.
"Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir."...more
"Tanrı olsaydın onlara el çırpmamalarını söylerdin. Onlara boş ellerle yapılacak en faydalı işin tutunmak olduğunu söylerdin. Ama sen bir tanrı değils"Tanrı olsaydın onlara el çırpmamalarını söylerdin. Onlara boş ellerle yapılacak en faydalı işin tutunmak olduğunu söylerdin. Ama sen bir tanrı değilsin."
Şair Ocean Vuong'un otobiyografik öğeler taşıyan ilk romanı. Vietnam Savaşı'nın doğrudan bir sonucu olarak doğdukları- hayatta kaldıkları topraklardan Amerika'ya göç eden bir anneanne ve anne ile derinlere hapsolmuş anıların üzerine bir "öteki" olarak yeni hayat kurmanın hikayesi. Aslında daha çok bir "mektup roman". Hem de asla okumayı öğrenmemiş bir anneye yazılmış. Belki de yazılabilir olmasını sağlayan en önemli etken de budur. Vuong bu kitap ile tarih, aile, savaş, sınıf, etnisite, mülteci olmak, aile içi şiddet, güç, bağımlılık ve cinsellik üzerine, katman katman bir geçmişle yüzleşiyor. Aslında okuduğunuz her sayfada içinizi karartacak, canınızı yakacak acılar var. Ancak Vuong o kadar estetik ve şiirsel bir dille anlatıyor ki o şiddeti okunabilir kılıyor.
"Hiçbir nesnenin hazla sürekli bir ilişkisi yoktur, diye yazar Barthes. Ancak yazar için bu nesne anadilidir. Fakat ya anadilin kavruk kaldıysa? Ya o dil yalnızca bir boşluğun sembolü değil, kendisi başlı başına bir boşluksa, ya dil kesilip atıldıysa? İnsan kendini büsbütün kaybetmeden kayıptan zevk alınabilir mi? Sahip olduğum Vietnamca senin bana verdiğin, telaffuz ve sözdizimi açısından ancak ikinci sınıf düzeyinde olan Vietnamca.
Küçük bir kızken, bir muz bahçesinden, Amerika'nın napalm taaruzuyla okulunun binasının çöküşünü seyretmiştin. Beş yaşından sonra bir daha hiçbir sınıfa adımını atmadın. Anadilimiz, bu yüzden, kesinlikle bir ana değil- bir yetim. Bizim Vietnamcamız bir zaman kapsülü, senin eğitiminin sona erdiği, küle döndüğü yerin işareti. Anne, bizim için anadilimizde konuşmak demek, sadece kısmen Vietnamca, ama bütünüyle savaşça konuşmak demek."
"Çünkü sen hatırlıyordun ve hafıza ikinci bir şanstır."...more
Bu kitap her ne kadar bir öykü seçkisi olsa da, okuduğunuzda bir roman taslağı okuyormuş hissi alıyorsunuz. New York’ta aşağı doğu yakası ve Bronx dolBu kitap her ne kadar bir öykü seçkisi olsa da, okuduğunuzda bir roman taslağı okuyormuş hissi alıyorsunuz. New York’ta aşağı doğu yakası ve Bronx dolaylarında evlerin, ailelerin, geçmişlerin arasında dolaşıyor gibi şehrin ritmiyle uyum içerisinde öykülerde geziniyorsunuz.
Öykülerin ana merkezi Grace Paley’in alter-egosu olan Faith Darwin, hikayeler ise adeta onun ekseninde gelişiyor. Zaten yazarın, gerek Ukrayna’ya uzanan köklerinin, gerek yidiş geleneklerinin izlerinin, boşanmış kadın-anne figürünün ve ironik mizahın öykülerdeki yansımalarını kaçırmanız mümkün değil. Yarattığı kadın karakterlerine de kendinden parçaları dağıtıyor; hayatta kalmak ve hayatta olanı yıkmak zıtlığında ve bu zıtlıktan doğan yaratıcılığı günlük hayata, sokağa, düzene yansıtan; hayal kırıklıklarında zengin bir mutluluk bulup, yaşanan acının ve kederin ardından yükselen samimi bir rahatlama hissini itiraf edebilen kadınlar. Bu kadar yansıtmanın belki de doğal sonucundandır ki kitabı tamamladığınızda bir kadının hayatındaki ruhsal devinime/evrime şahit olduğunuzu hissediyorsunuz. Ben çok sevdim, eğer Amerikan edebiyatı seviyorsanız mutlaka okuyun.
“Hayat o kadar da şahane değil, Ellen” dedim. “Elimizde pespaye günlerden, pespaye erkeklerden, parasızlıktan, iki yakayı asla bir araya getirememekten, hamamböceklerinden, pazar günleri çocukları Central Park’a götürüp o iğrenç gölde kürek çekmekten başka hiçbir şey yok. Bunun nesi harika, Ellen? Hangi büyük kayıptan söz ediyoruz? Birkaç yıl daha yaşa. Çocukların ve bütün bu çerçöpün tamamının, dünyadaki tüm beş para etmez, fare deliği gibi şehirlerin ateşte kabarıp alev dalgaları halinde patlayışını gör...” “Hepsini görmek istiyorum,” dedi Ellen....more
Yakın zamanda okuduğum en zorlayıcı, en “hantal” metinlerden birisiydi. Ancak sanırım bütün bu olayların, kasvetin ve baskının açık bir şekilde aktarıYakın zamanda okuduğum en zorlayıcı, en “hantal” metinlerden birisiydi. Ancak sanırım bütün bu olayların, kasvetin ve baskının açık bir şekilde aktarımı için doğru seçenek böyle boğucu bir dil-anlatım. 1970’lerde, sokak sokak bölünmüş-herkesin kendi bölgelerine sıkıştığı, kaçırılma ve bomba korkusu ile toplu taşımanın dahi durduğu Kuzey İrlanda’da 18 yaşında genç bir kadının, yaşadığı toplumun tribalizminin sebep olduğu bir şizofreni sonucu yaşamadığı bir ilişkinin bedelleriyle boğuşması hikayesi. Ön planda Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan ayrılma savaşı ve bu ayrılmanın içerideki parçalanma-bölünmeleri, ayrılmış bölgeler arasında yaşanan çatışmalar var. Lakin mevzu yalnızca bu çatışmalarla ya da bombalı saldırılarla sınırlı değil, aynı zamanda aileler - komşular arasındaki ve mahallelerdeki çatışmalar, aile üyeleri arasındaki derin güvensizlik, komplolarla, tuzaklarla da ilgili. Hiç kimse karşı taraftan gelen muhbir söylentilerinden kurtulamıyor ve gerçeği ortaya koyamıyor. Kitabı okurken yer yer distopik bir kurgu okuduğunuzu düşündürecek seviyede bir mantıksızlık, işlevini kaybetmiş, doğrulanmamış dedikodular ile şekillenen bir toplumla karşı karşıyasınız. Fransızca sınıfında geçen bölüm; gökyüzünün mavi dışında bir renkte olmasını reddeden sınıf küçük bir toplum özeti gibi, her türlü norm dışılığa şüpheyle yaklaşma ve dışlama üzerine sessiz bir anlaşma var. Kitabın en zor yanlarından bir tanesi de hiçbir yer, kişi ismi kullanılmaması ve uzayan -açıklama eklenen- cümleler ki, çevirmen bazı yerlerde bu cümleleri bölerek müdahale etmiş neyse ki. Yanlış bir zamanda yapılmış bir okuma olduğundan sevdim mi sevmedim mi hala emin değilim ama anlatmak istediği şeyi ve yaratmak istediği ortamı muazzam oluşturmuş. İlk 200 sayfada o belirsizlik ve karanlık üzerinize çöküyor, ağırlığı veriyor. Sonrasında dile ve tarza alışıp takibiniz daha kolaylaşıyor. Son olarak Kuzey İrlanda ve IRA dönemlerine dair bir miktar fikir sahibiyseniz bazı imaları daha rahat anlayıp kitaptan daha fazla keyif alabilirsiniz.
“İşte mutfakta durmuş bu çıkarımları sindirmeye çalışırken anladım, o adam tarafından ne kadar kapatıldığımı, dikkatle inşa edilmiş bir hiçliğe nasıl mahkum edildiğimi. Aynı zamanda cemiyet tarafından, zihinsel atmosferin ta kendisi tarafından, o ayrıntıların istilası tarafından.”