Ne yaptık biz sahi burda bunca vakit, dört mevsim, oğul uşak, bez tarak? Ne yapacaksın bir düzen var, ilahî düzen, yaprak düşüyor, güzelim kuşlar huzurda el pençe bekliyor, insan kendisi tokken başkalarının da hep bir şekilde doyurulduğunu sanıyor, yemiştir bir şey diyor, doymuştur, içmiştir, içmez olur mu, yoksa ölür diyor, ama ertesi gün ölü mü diri mi bakmıyor. Aslan elleri önde eceli arkasında yatmış yarı aç ama heybetli, oğlan beş bin yıl evvelin hatalarını yapıyor, ama aklına derslerde de okusa, kitaplarda da kavuşamıyor, o da anlaşılan geçiyor, kız üç bin sene öncenin heveslerinde, senin kıza bak dirilse bir Asurlu gülecek, ey Mezopotamya, eski krallık, asma bahçeleri, kuleler, yenisi ve iyisi yapılamazken bunca yıkılmak niye?
She's not a hermit, though in other times she could have been. Her job is not in keeping with the times: she repairs the clocks in the Ottoman palaces. Şule Gürbüz is the only woman in the world to be an expert in mechanical clocks and author of two collections of stories which are small jewels of contemporary Turkish literature: Zamanin Farkinda (Aware of time, 2011) and Coskuyla Olmek (Die enthusiastically, 2012)
Aged only eighteen she wrote her first novel, Kambur (The Hunchback, 1992), published at the first attempt by the well-known Iletişim, likewise publishers of her last two works. But, apart from an interval marked by a collection of poetry and a theatrical text, for almost twenty years Şule Gürbüz has remained outside the Turkish literary scene. She studied History of Art in Istanbul and Philosophy in England. On her return she became apprenticed to Recep Gürgen, the last master clock maker in the Imperial Palaces, to then become in her turn a master.
Over the years the two of them were able to set working more than 300 clocks, both Turkish and foreign, belonging to the period between the XVI and XIX centuries. For the most part these clocks were recovered from a state of abandon and then put on show in museums which are today housed in the Topkapi and Dolmabahçe Palaces. This path has played a determining role in Gürbüz's writing which reflects on human existence and the sense of life using expressive and ironic language, taking up and giving voice to various themes in the Turkish-Muslim culture.
şule gürbüz’ün coşkuyla ölmek’teki dil/düşünce yoğun öykülerini beğenmiştim. öyle miymiş’te de aynı yoğun, tam anlamıyla usta işi dili buldum ve fakat düşüncenin kurgunun sınırlamalarından kurtulduğunda başkalaştığını, bambaşka mecralara aktığını, zaman zaman koptuğunu, uçtuğunu gördüm adeta. beklentimin altında diyemem klasik kalıpla ama uyarlayarak şunu söyleyebilirim: beklentimin dışında.
ben edebiyattan, kurgu ya da anlatı deneme fark etmez, hiçbir edebiyat eserinden insanın ne olup ne olmadığını, hayatın anlamını ya da dünyanın nasıl bir yer olduğunu bana söylemesini beklemiyorum, istemiyorum. bu asli meselelere edebiyatın “edebiyat yapmadan”, en dar anlamda, en küçük ölçekte, en özelde ve en esnek, en yoruma-tartışmaya açık, en okur katılımlı biçimde bakabildikçe güçlü olduğunu düşünüyorum. öyle miymiş azımsanmayacak kısmıyla bu düşüncemin/beklentimin dışında. genellemelere dayalı katı düşünceler, tartışılamaz, doğrulanamaz-yanlışlanamaz yargılar, büyük çok büyük sözler ve ders verir bir üslup hakim bu kısımlara. şule gürbüz dar bir pencereden “kainatı” anlatıyor sanki, daha doğrusu kainat hakkında verdiği ya da verilmiş hükümleri açıklıyor. kitap dünyanın perişan bir yer olduğunu ilan ederek başlıyor mesela.
büyük-genel-katı yargı cümleleri metinde kaçınılmaz olarak dağınıklığa, kopukluklara sebep oluyor. parça parça oluyor metin, cümle cümle dağılıyor. yazarın gerçekten başarılı olduğu kısımlar, mesela çocukluğunu, ilkgençliğini hikaye edişi, mesela dini inançların toplumsal hayatta nasıl yorumlanıp kullanıldığına dair harika tespitler, incelik, zarafet, tüm güzel detaylar büyük cümlelerin altında eziliyor, daha kötüsü dolgu malzemesi gibi duruyor. büyük sözler büyüleyici dilin de etkisiyle çok beğenilebilir ama bağlamdan, yazılış amacından-anlamından kopuk bir şey, kötü bir şey olur bu. içi boş, havada salınıp duran aforizmaların yazarı olmak ister mi şule gürbüz, asla.
öte yandan edebiyat değildir, diyelim tasavvuf felsefesidir, genel olarak teolojidir, metafiziktir belki mesele. öyleyse, öyle miymiş değil miymiş, söylemek zor. bilmiyorum. şunu sormam lazım belki o zaman, buradan başlamam lazım: dünya perişan bir yerdir diye başladıktan sonra nereye varılır?..
Temaları ve üslubuyla kendine has yazarlarımızdan Şule Gürbüz'ün son kitabı Öyle miymiş sabırla okunacak derinlikte bir eser. Önceki iki kitabı zamanın Farkında ve Coşkuyla Ölmek'i çok sevmiştim. Bu biraz daha farklı, türü de muğlak. Zaman zaman manifesto, zaman zaman bir anı, iç döküş havasında. Keskin bir toplum eleştirisi var. Felsefi, dini referanslar bolca. Özellikle ilk bölüm "Cennet Varken Cinnet Olabilir mi"de. Belki biraz üst perdeden havası eleştirilebilir. Ben en çok "Hayır Demeden İtiraz" bölümünü sevdim; ergenlik, gençlik yıllarına, klasiklerle tanışmasına değiniyor. Düşündüren, rahatsız eden, derin bir yazar Şule Gürbüz.
Sule Gurbuz metinlerini cok seviyorum. belki biraz tekrar, uzatma, fazla soru isaretli, daginik bulunabilir ama icinde bulundugum(uz) muglaklik halini, cevaplari bilemez halini, trajik hali oldugu gibi yansitiyor. bunu yaparken bir de cigligimizle, ahmakligimizla, cahilligimizle de dalgasini gecebiliyor. dine bu kadar iceriden bakabilip de bunlari yazabilecek kac kisi var ulkede? ayriyeten; boyle meyvelerle, sebzelerle, ciceklerle, patlicanlarla, eriklerle, hiyarlarla, karpuzlarla, kedilerle, kopeklerle, koyunlarla, adini dahi duymadigim bir suru nebatatla, baharatla, tasla, toprakla, kumla "felsefe" yapan, felsefi tasvirler, benzetmeler kurabilen, siir yazabilen baska kim var?
isin ozu; kendi, bilinemezci, supheci, kinik, karamsar, cileci ve hatta kismen merdumgiriz taraflarima yakin buluyorum. 'Oyle miymis' baslikli metin ozellikle. ironi mi, istihza mi, duz anlam, hiciv, elestiri mi? hepsi karisik. teologlarin, dini vecizelerin, geleneklerin, atasozlerinin vs. bildiklerini iddia ettikleri ve verdikleri cevaplar (-mis, -mus) elbette Gurbuz'u tatmin etmiyor. o da onune gelene oklarini sapliyor -elbette en basta "normallere": (bir onceki metinde) "bu normallerin hicbirisi Dostoyevski'nin, Faulkner'in, Beckett'in anlattiklarindan degildi, bunlarin hicbiri dukkanda delikli peyniri kestirip kendi kizarmis ekmegine eklestirmeye calisirken sinir krizi gecirip sonra odasina cikip sakinlesmek icin alti ay boyunca oturacak tipler degildi". bu dil -begendigim dil, kara mizah butun kitap boyunca var. baska kim Schopenhauer'e annesine karsi sunu dedirtebilir: "Simdi kostaklaniyorsun amma tarih seni bu olayla anacak"! [bir de -kisi bir seyi ancak tanidiklariyla kiyas edebilir- monologlari Thomas Bernhard'la benzestiriyorum. stil olarak Bernhard elbette nev'i sahsina munhasir ama karakterler, onlarin obsesifce kendini gozlemlemeleri, komik ve huzunlu varolussal huysuzluklari, ofkeleri, olamamisliklari vb. benziyor.]
Gurbuz hem sokagin, mutfagin, pazarin, caminin, kilisenin diline ve gorgusune hakim, hem de felsefenin, ince edebiyatin, mistisizmin, tasavvufun... hem ergenin dilinden anliyor, hem de gun gormus, artik hayati bir teraziye vuran ihtiyarin... hem ince zevklerin, ugraslarin izi var, hem de o gundelik dunyevi dertlerin, mesgalelerin ve orada rastladigimiz bayagi dil ve istihanin... zamanin izinde, mevsimlerin farkinda.
Elbette, gulmenin yaninda uzulmek, yilmak, nafileligi, yalnizlik ve olumun sabiteligini duymak, yeniden hatirlamak da var. Gurbuz kisinin kim oldugunu bilemeyecegini, bilse de bunu baskasina aktaramayacagini soyluyor -ozetlemek gibi bir kabalik yaparsam (ozellikle s.139, 152 ve 193). "Insan incelse ve baskasindan fazlasini ve derinini gorse ve bilse, hatta buna dili donse bile, bu onunla baslar ve bitermis. Dunya en kisa zamanda en basa donermis". belki bu kadar karamsar olmaya gerek yoktur. tarih denilen sey, her dogumla, her kusakla her seferinde yeniden baslama durumunda olan, bitmez bir dongu; yapacak bir sey yok, durum bu ("Dunya ustune koyarak degil, ustundekileri atarak geliyormus, hep cigligi bundanmis"). nihayetinde derini gorup incelmis kisilerin yazdiklarini okudugumuzda, en azindan o anda, okuyucunun da payina hic olmazsa bir haz dusuyor, nasipleniyoruz -bu biraz, kendisinin ongordugu, dertlendigi ve alay ettigi, tuketici, yalapsap bir durum olsa da, tamam kizmayin ne yapalim payimiza dusen de bu. has edebiyat bunun icin var biraz da. Sule Gurbuz de bunu fazlasiyla yapiyor.
Kibar kelimeler kullanmaya çalışırken bu kitabı nasıl yorumlayabilirim diye uzun uzun düşündüm aslında. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışacağım:
Öncelikle Şule Gürbüz kitabın içindeki metinlerini öylesine didaktizme boğmuştu ki okurken 1 yıllık ara vermiş oldum ve döndüğümde de asla kolay bir okuma olmadı. Elinde koca balyozuyla bildiklerini benim başıma çakmaya epey kararlı bir uslubu var gibiydi.
"Gibiydi" dedim çünkü bir yandan da Şule Hanım hakikâti bulmuş ancak biz kokuşmuş fanilerle paylaşmaya kıyamaz bir tepeden bakma hali içindeydi. Bu sebeptendir ki monologlarını döndürüp dolaştırıp özellikle Öyle Miymiş kısmında birçok şeyi bir arada vererek hiçbir şeyi bırakmamıştı bize.
Üçüncü yıldız İletişim Yayınları'nın kullanmayı tercih ettiği kapak içindir.
"Öyle miymiş?", okunduğu sırada insanı olduğundan çok daha bilgili, olduğundan çok daha akıllı yapıyor sanki. Kitap bittiğinde ise kendimi olduğumdan daha akılsız, olduğumdan daha cahil buldum.
Günlerdir nasıl bir kitap bu diye düşünüp duruyorum. Bir arkadaşın dediği gibi, kitap gibi kitap. İkinci kez okumak istiyorum şimdi.
Kitabı okurken dehşetten dehşete düştüğümü de söylemek isterim; bir vakitler koca kitapları devirmiş, üstüne aynı konuyla ilgili Macar bir yönetmenin çektiği siyah beyaz bir film de izlemiştim, konu herkesin ilgisini çekiyor, yazarlar, çizerler, yönetmenler konuyu açıkladıkça açıklamak istiyorlar, kendilerini tutamayıp yazdıkça yazıyorlar, sahneler sahneleri çağırıyor diye düşünüyordum. Oysa ben kitabın sonlarına doğru, sadece bir cümlenin yarısına kitabın ve filmin özetinin yerleştirildiğini görünce şaşırmadan edemedim. (Niye şaşırıyorsam artık.) Kitapta buna benzer o kadar çok şey var ki, bir kısmının farkına dahi varmadığımı düşünürsek ikinci kez okumaya neden ihtiyaç duyduğumu daha iyi anladım.
Velhasıl kitabı bitirmenin acısını duyarken, kitabın kapağına baktım ve "Öyle miymiş?" dedim kendi kendime.
Şule Gürbüz yaşayan en büyük edebiyat ustasıdır böyle biline.
Esasen bu yorum, bu zavallı cüret, gafletli gayret kitabı okudukça aldığım notlardan. Kitap dört bölümden oluştuğu için de bölümlerin kendine has oldu biraz. Çok şey ekleyip çıkartmadım yazdıklarımdan. Affola.
Okuduğuma göre kendisi yazdığı kitaba “metinler” demiş (kaynak ekşi, bilemem). Bir tartışma sürüp gitmiş ‘ne ulan bu’ diye, bende de oldu okurken, insan niyeyse ille bir yere koymak istiyor kitapları, sonra şuna bir denk geldim (enis batur hiç okumadım fakat bende saygı güdüsü uyandırır hep), hepimiz haklıyız yahu.
Anlatı deneme felsefe monolog bilinçakışı içdöküş – yahut bilmediğim bütün öteki püsürükler,,, hiç fark etmez.
Kadın yalnız dil ustası değil, kültür ustası, coğrafya ustası, ilim ustası, din ustası… Bilgiyle değil bilgece yazıyor her zaman Şule Gürbüz. Asla ‘biliyormuş’ gibi hissettirmiyor, kitapta savın tezin argümanın betimlemenin tanımlamanın haddi hesabı yok, ama insan bir kez dönüp sunilik ya da zorlama hissetmez mi. Ve bunu, -tıpkı tüm kitabın ana havası olduğu gibi- ‘biz aymazlar’ın seviyesine inip yapıyor, beylik laflarla, afilli biçimle, sükseli biçemle, ağdalı anlatımla, ağır dille değil;;; böyle bir kudret var olabilir mi. Var böyle yazarlarımız bilirsiniz, genellikle politik ağlaklardır, çaba kokar her yanlarından. Neyse.
İlk Bölüm - Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi? O kadar şahane bir seci var gibi ki paragraf uzunluğundaki cümlelere rağmen boğmuyor. Bu biraz deneme gibi, sövgü-öğüt gibi. Mevzumuz iman-inanç/itikat-itimat ekseninde geçiyor, burada Tanrıyı ya da peygamberleri değil, bizleri hesaba çekiyor ama kendi kendine. Lakin yukarıdakilere de ters ters bakmıyor değil. Ki bölümün adı üstünde. Peki ara bölüm sonlarındaki üçlemelerin meselesi nedir, bilmiyorum, yine de şahane, sabah kalktığımda aç karna içtiğim, içimi temizleyen o üç yudum soğuk su gibi.
“Dünyanın umrunda olmadığını anla, anla ki acıya eğilmiyorsa kendi de acı çekmediğindendir. Nasıl ki kurumuş kertenkeleye bile kendisi de kurban edilmeye götürülen İsmail acıdı ancak. Ve o kurumuşa bir damla su ihsan etti kendi pınarlarından. Hiçbir pür neşe eğilip bakmadı bir büzülüp kıvrılmışa, biraz öyle durup sonra karışmak var dünyanın tozuna, külüne toprağına. Acıyan da olmadıysa bir ve bir tanık orada oluşuna işte yok oluş, işte unutuluş, hiç yeşil yaprakların arasında gezinmemiş, hiç güneşlenmemiş gibi. Derin acı bu yüzden zor, İsmail bulmak zor. Ama İsmail bile her şey bittikten sonra önünden geçiyor ve bir "Eyvah," diyor. Kendi bıçağını gördüğü için başkasına eyvah diyor. O eyvah ona bir iz, gökte bir iç çekiş bırakırsa işte o da onun sesi oluyor…”
İkinci Bölüm - Hayır Demeden İtiraz Birinci tekil ağızdan anlatı(m) bu. Şu yabancılaşma- aşina karın ağrısı, aşina kalp sancısı, aşina iç sıkıntısı. Çocukluğu ziyaret, varlığa hayret, yadırgamayı davet ediyoruz.Zift gibi öyle güzel. En sevdiğim bölümdür, malumdur. Burnumun direğini sızlattı, yemin olsun fiziksel olarak.
“… Kendi gençliğini vurup öldürmeyene Genç denir mi?
Gençken ölmeyen ve ömrünün geri kalanını bu ölüyü sürüklemekle geçirmeyen yetişkin olabilir mi?
Gençtim. İstisnasız her gün öldüm. Ölümüm bana sırlandı. Ölümü de ben yıkadım, mezardan da belli etmeden hortladım. Dirilere saygısızlığım bundandır.”
Üçüncü Bölüm - Öyle Miymiş? Kitaba adını veren bölüm. İnanılmaz zorlandım okurken. Rivayet zamanla yazılmış bütün metin. Bir de çok dolu. Sanırım sebep yazarın anlatımının yoğunluğunu arttırdığı bölüm olması olabilir. Hâlâ emin değilim neden zorlandım. Birinci bölüm ile aynı mevzu da burada biraz alay, aşağılama, acıma, kinaye, istihza, küçümseme, yerme var.Jeopolitik konumu kutsal anadoluda yaşayan ey müsl��man or not aziz türk milletinin bir ağzını paylamadır bu. Sitemdir de sanki. Yazardan şairden hacıdan hocadan filozoftan alimden ulemadan; gelmişten geçmişten gelecekten ve olandan; sütten peynirden kuştan çiçekten sebzeden meyveden;;; ne çok söz var.
“…Devir doğru yolu tutma devri olacakmış amma sırat-ı mustakim değil, Allah'a inanılacakmış amma karbondioksite, arının sekizgen balmumuna ... inanır gibi. Gözünle gördün, doktorlar, bilim adamları da söyledi daha ne olsun, sırf köylüler ve başka çaresi olmayanlar değil, okumuş yazmış, Münih'teki Hitler'in birahanesinde domuz dizini füme olarak yemiş, iki de HB içmiş gözün alabildiği en asri adam bile ağzını silip "Evet bir yaratıcı var, biz ona tanrı diyoruz, arkhe yani, söyleyen bilmeden söylüyordu ama iman ediyordu, biz yine de iman etmiyoruz, çünkü bilinene iman olmaz, haşa günaha gireriz." diyecekmiş.”
Dördüncü Bölüm - Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum Yine birinci ağızdan anlatıma dönüyor. Aşinalar alışkanlığa akıyor burada fakat sabit. Ziyaret mezara, hayret iğrentiye, davet intibağa varıyor. Sitem aynı, tiksinme aynı, kovuşturma aynı.
“…Ama onların bulduğu sükunu ben ne kadar aradıysam bulamadım, benden saklandı hep, gün oldu konyağa muhtaç yaşadım. İçimdeki sese bir aram veremedim. Hilye göstererek yangın durduranlar gibi ne gösterdimse onun yanmış haline de dönüp bakan yine ben oldum. İsterdim hafif bir tebessümüm ve meşgalelerim olsun. Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti bildim, ama tebessüme mani yok. Sonra hatırladım ki Allah dünyadan "Ey hiçlik" diye bahsetti.”
Evet kitabın diline göre yorum yazıyorum evet ama normalim de böyle xoxoxo iko
Yazmak istediğim çok şey var aynen sevgili Şule Gürbüz’ün her cümle hatta daha da ilerisi, her kelimede yaptığı gibi. Çalıştığı gibi demiyorum farkındaysanız, başarmış çünkü; müthiş bir yoğunluk, şairane bir tasarım, ince ince dokunmuş olağanüstü bir renklilik ve şok edici bir bütünlük. Zorluğu büyüleciğiliği daha da perçinliyor. “Henüz” her göze, zihne uygun olmaya bilir ve bu yüzden başka, kısa bir Şule Gürbüz kitabından başlamanızı önerebilirim. “Öyle miymiş?” İle iki defa tuhaf bir şey yaşadım; bilen bilir uyku problemim var ve ilaç desteği almam gerekiyor fakat iki defa bu kitaptan 60 sayfa üzeri okuduğumda uyudum, gündüz gözü, zihnim öylesine doldu ve iştahla devamını getirmek istedi ki adeta geçersiz işlem yürütüp kafam kapandı. Kısaca: asla kolay bir okuma olmayacak ama kendinizi bırakıp bu nakış gibi işlenmiş ağı okursanız acayip bir şeyle karşı karşıya olduğunuzu anlayacaksınız. Şule Gürbüz beni duyuyorsa ona “Umarım iyisindir ve yazmaya devam ediyorsundur,” demek isterim. Bu zihni, kalemi tanıyın.
'Bir ilhammış insanın insana vereceği ancak, sır değil.'
Şule Gürbüz yaşamı da insanı da hassas duyuşuyla yakalıyor.. Aynıların sıkıcılığından sıyırıp alıyor, dil böylesine sınırsız kullanılabilir mi diye hayrete düşürüyor, nükteleriyle düştüğünüz yerden kaldırıp sürüklemeye devam ediyor. Bi' bakıyorsunuz anlattıkları sona ermiş, ama o ilham da kolunuza girmiş sizle yürümeye devam ediyor..
Bitirdikten sonra derin bir nefes aldığım çok az kitap vardır, Şule Gürbüz'ün "Öyle Miymiş'i de bunlardan biri... Okuma grubumuzun eğlenceli Ocak çelıncında "6*6 atıp, gönderiyi 6. beğenenin okuduğu kitabı oku." maddesine istinaden Zeynep'in seçtiği kitapla yazarla tanışmış oldum.
İki yıldız verdim ama inceleme biraz uzunca olacak, o yüzden sözü fazla uzatmadan sadece geleyim: Kitap; Cennet varken cinnet olabilir mi? Hayır demeden itiraz, Öyle miymiş ve Sanki daha dünkü cennet kuşuyum adlarını taşıyan dört bölümden oluşuyor.
Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi? okumakta en çok zorlandığım, anlamak için ter akıttığım ve kopuk düşünceler sebebiyle kafamı toparlayamadığım bölüm oldu. Anlamadığım, ilk defa karşılaştığım kelimelerle karşılaştıkça sözlüğe başvurdum. Bir ara kendimi 2 sayfalık alt metinlerin son cümlelerinden bir şey çıkarabilir miyim diye liste yaparken buldum. Anlamlı bir şey oluşturamasam da doğaya dair varlıkları anlamlandıran kelimeleri ard arda okumak iyi geldi... Alta önce alt metinlerin son cümlelerinden bir tadımlık, sonra da bölümden altını çizdiğim yerlerden örnekler ekleyeyim:
"Yokluk, büyük sonsuz unutuş, kainatın kendini unutuşu, derin karanlık sükunet nerdesin, kaçıncı katta nerdesin, bana unutuşu özletip kendimi her şeyi ile hatırlatacak yerde misin?"
"Derdi söze hapsedilebilir olan daha dertle tanışmış mıdır ya da o seven, her şeyi alabildiğine seven ama sorulsa neyi sevdiğini söyleyemeyen Fuzuli'nin sarhoşluğuna bir an için yanaşmış mıdır?"
"Sen de bir hayalin içinde varsın, aynı hayali bir daha görürsen kendini tanır mısın, bu bendim der misin, yoksa onu o unutuşta kendini kendinden bir kabuk gibi ayırıp da bırakır gider, en kötü hatırandan uzakta yeni bir yaratılış dedikleri yerde durur musun?
Hayır Demeden İtiraz kitabın en sevdiğim bölümüydü diyebilirim. Çocukluğa dair yapılan tespitlerde kendi küçüklüğümü aradığım satırlar vardı. Yazarın kitap okuma serüvenini dile getirişindeki iç dünya derinliğinden çok hoşlandım. Ve bahsi geçen yazarlarla kitapların listesini yapmaya başladım... Bu liste çok adapte olamadığım sonraki iki bölümde okumaya ilgimi yitirmememde büyük rol oynadı. Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah'ından Goriot Baba'ya, Ezilenler'den Parma Manastırı'na, Sefiller'den Gazap Üzümlerine pek çok klasiği görmek mutlu etti.
Öyle Miymiş?" teolojik tespit ve düşüncelerin ağırlıkta olduğu bir bölümdü. Sıksık kopma yaşasam da bilmediğim kavramları araştırıp, kitap listesine odaklanarak bitirebildim. Bu kısımdan da bir alıntı paylaşayım: "Dünyanın insana, insanın zaten ona verebilecekleri sınırlıymış. İnsan gençken "Yok" dediğine yaşlanınca "Sınırlı" dermiş. İhtiyarın yol iz bilişi de bu imiş."
son bölümün adı Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum idi. "...zavallı Mansfield bile kışta kıyamette Gurciyev'in ineklerine bakan oldu, Gurciyev'in tek bıyığı düşmedi, etraf helak oldu, diyorlar ki cenazesinde bile sımsıcak, taş gibiymiş, bak öbürkileri de dans ettirmiş." cümlesindeki Mansfield (Katherine) ve Gurciyev (Georgi) isimlerine takılınca her zamanki gibi google rehberliğinde derinlere daldım.
Bu bölümde geçen Babanzade ismi de takıldıklarımdandı. Eserde, "ya da sabah namazında secdede son nefesini veren Babanzade'ye." şeklinde bir ifade vardı. Kim ola diye araştırırkenBABANZÂDE AHMED NAİM başlığına ulaştım içerikte "13 Ağustos 1934 Pazartesi günü öğle namazının ikinci rek‘atında secdede vefat etti." diyordu. Yanlış demeyelim de çelişkiyi yorumsuz bırakmak istiyorum...
Sonuca gelecek olursam, her yazarın kalemi herkese hitap edecek diye bir şey yok... Şule Hanım'ın kalemi de bana göre değildi... Satır aralarında kaçırdığım bir şeyler vardır belki ama şu hali ile yorucu okumaları, okurken araştırmayı seven beni etkilemedi... Özellikle satır aralarına serpiştirilmiş "Kılıç Ali salağı Safiye Ayla'yı havuza atmış, beyaz leblebileri de Gazi bitirniş."Doğrunun zekeri gulfeye sığmaz imiş. (Gulfe: Sünnet Derisi) gibi ifadeleri itici buldum! Bütüne baktığımda altını çizdiklerimle katılmadıklarımı tartacak olursam katılmadığım düşünceler çoğunlukta, bu yüzden sevenlerine saygım sonsuz olmakla birlikte bana göre değildi.
Kitaba, "Hayır Demeden İtiraz" bölümünden başlanmasını öneririm. Kitaplarla kendine ait bir dünya kurma çabası ile okul,aile,çevre,arkadaşlar ile müteşekkil "gerçek yaşam" arasında gezinen büyük olasılıkla yazarımızın kendisi olan bir insanı tanırız bu bölümde. Anlatılanlar biz kitap severlere o kadar yakındır ki. Hangimiz Tolstoy'a inanmadık, Kazancakis ' i sevmedik ; bazen okulları sınıfları yaşayan mezarlıklar olarak görmedik... Ne soracağımız sorulara muhattap bulduk ne de anlaşıldığımızı düşündük. "Bu kitap senin yaşına uygun mu" larla büyüdük hepimiz. İşte Şule Gürbüz bunlardan bahsediyor, Zamanın Farkında kitabında bahsettiği gibi...
Öncelikle Hakan T beyefendiye teşekkür etmek istiyorum. Şule Gürbüz'den Kambur'u okuduğumda ve 'iyi anlaşamadığımda' -çünkü kitaplara 'sevmemek' kelimesini kullanmak istemiyorum-, yorumu ile bu yazarı okumayı bırakmamamı önermişti. Her ne kadar kendisinin yorumda önerdiği iki kitaptan biri olmasa da 'Öyle Miymiş?'; yazara bir şans daha vermemi sağladı.
Bu kitap üç bölümden oluşuyor, herhangi bir olay akışı beklemek yanlış olur fakat yazarın kendi yaşamından da kesitler barındırıyor. Ben özellikle ilk bölümü büyük keyifle okudum, ellerimde tuttuğum birçok cümleye sahip oldum.
'İnsan bilmediğine sarılır bilmediğinden kaçar,sarıldığı bilmediği,bilmediği bilemeyeceği çıkar. Bu bildiklerini oluşturur.Bunlar arttıkça bildiği de artmış olur.Her tecrübe ne sandım da ne çıktı tecrübesidir,ne sandırdım da ne gösterdim değil.'
'Asıl sormak ve duymak istediğim hiçbir şeyi kimseye soramadım. Bana da hiç asıl söyleyebileceklerim sorulmadı.'
Son olarak ; 'Gençken ölmeyen ve ömrünün geri kalanını bu ölüyü sürüklemekle geçirmeyen yetişkin olabilir mi?'
Çok seviyorum bu kalemi. Bazen firlatiyor oturduğum yerden, bazen oturtuyor dakikalarca aynı yerde. Bazen bir demlik çay, bazen yüklü promil. Her durumda seviyorum. "Dünya sefillerin talip olduğu, talip olmayana da dünyanın talip olduğu yeryüzü kuresi... Şunu derim ki, dünyada yaşayan tek bir kişi bile kaldıysa ölüm kurtuluş değil dedikodudur nihayette." "Sesler ve görüntüler hep anlatır çünkü, yeter ki tanıklıktan kaçma, duymadım görmedim deme." "Acıyı Beethoven çekti sen üşenmezsen dinledin, can pahasına yazılan şiirleri ruhuna bakılmaz kızlara serpeledin, gezdin gördün "Kemikli koyun eti gibi yok," dedin."
Bir Şule Gürbüz hayranlığı var. Popülizmi ebedi bir kötülük, kuru kurguyu kaybedilmiş zaman, aşksız ilgiyi bedensel bir geçicilik ve sapma, aramamayı bulduğu zannedilenin dehşetli yanılsamasına sebeb vs. vs. görenler için Şule Gürbüz, çok şey demek. Bunu anlıyorum ben. Kendi'mden çok şey buluyorum. 'Kendimden çok' şey buluyorum.
Coşkuyla Ölmek'te, Kambur'da okuduklarımın, onların yazılabiliyor ve hissedilebiliyor olmasından öte, bir de aktarılabiliyor ve paylaşılabilir forma sokulabiliyor olması büyük mülktü benim için de. Ama işte bir de bu Şule Gürbüz cemaatimizin falsoları var. Farkındalık kibri, asil ruhlarımızın bizce belirlenmiş başka asil ruhlara peşkeşi, entelektüel fahişeliklerimiz, o bilir edalarımız, o ezoterik imanımız, o dervişçe medeniliğimiz, pek şeyi beğenmez elitizmimiz, pek az şeyi beğenir salya sümük kemiksizliğimiz vs. vs. Bu vesaire, ötekinden daha çok su kaldırır.
Şimdi derinleştirelim, işte Öyle Miymiş kitabı bu sefer buraya kadar inmiş. O sebeble Şule Gürbüz sadeleştiği ölçüde büyüyor, güzelleştiği ölçüde genişliyor. Ama kulağını, akıp geçene o kadar kabartmış ve lakin ona notunu o kadar isabetli vermede ki, tuzağa düşmüyor, Bizim kalabiliyor. "Kafiyesiz hakikate yüz vermeyenler için" söylüyor.
Kambur'u edebi bir metin olarak çok sahiplenememiştim, Coşkuyla Ölmek sütliman bir denizde sükûnetle seğirtmek gibiydi, yalın, vâzıh, sonsuz.
İşte Öyle Miymiş yepyeni bir kapı daha açmış. ŞuleGürbüzist olanlar için yine güzel ama dili itibariyle eh iştelik kaydıyla tutulacak olan, fakat Şule Gürbüz neye bakarak konuşuyor, hissediyor ve yazıyorsa o menzilde dolaşanlar için sahih bir yol arkadaşlığının en kıymetli belgelerinden biri olacak olan bir kitab bu. Ben ikincilerden olmayı yeğlerim.
Bir Şule Gürbüz ile aynı zamanda yaşıyoruz, dahası, O bilmeli ve kıvanç duymalı ki, asıl o kendini duyanların zamanında yaşamakla bahtiyar. Bu da dengenin başka ucu.
"Başkalarını kandıracak vasıflara sahip olmanın yolunun miskinlikteni ahlâksızlıktan kurtulmak değil bunlarda derin ve tevazulu bir derinliğe dalmak olduğunu bilecek idrakta hep oldum. Dünyanın kalanına kendini dinletenlerin söyleyecek daha güçlü sözleri olanlar, anlatacakları ve hatta üslupları olanlar olmadığını, insanın ancak bir kendi gibinin ipi ile kuyulara indiğini de gördüm ve bildim."
Artık Şule Gürbüz'ün kitaplarını bir öykü kitabı niyetine okumayacağım. Önceden de sezdiriyordu, bulduğu hikmetler çantasına heybesine sığmıyor, tutup da her birisini daha akılda kalıcı kılacak, bizim de içimizi sızlatacak, kaygının hayatla kaplanmış haline dönüştürecek kurgular bulamıyor, yetişemiyor çünkü. Ama bu sefer uğraşmamış bile, ortaya adına olsa olsa deneme denebilecek bir metin çıkmış, ama deneme de böyle ağdalı olmasa daha iyi sanki.
Yani tutup da satır satır altını çizerek okumadım, arasıra altını çizdiğim satırlar olsa da. Dikkatimi tam kapasiteyle yöneltmedim bu esere. Daha ziyade biri silinip diğeri beliren bu hikmetler konvoyunda tadına varabileceğim daha üst bir yapı, doku, bir şey aradım okurken. Yoksa bu kadar hızlı okuyamazdım herhalde kitabı zaten.
Ama arasıra, durup, acaba yanlış mı yapıyorum, bu kitabı böyle okumamak mı gerekirdi diye, bazı sayfaları tane tane, yüksek sesle, her cümlenin metaforun vardığı yerleri bulmaya çalışarak okudum ve o bütün eflatun-siyah, ismini çoktan unuttuğum çiçeklerin kokularıyla çevrili yüzeyin altında... çok da bir şey bulamadım ne yalan söyleyeyim. Allah var, peygamberler var ve şeytan var, insanlar var acı çekemiyorlar, ama acı çekiyorlar da, herkes birbirini aşağı çekiyor, kimse imanı gereğince yaşamıyor, yaşayanlara da başka ad uyduruluyor, artık deizmin, ateizmin, şüphenin de modası geçti, hepimizi kenetleyen bir ölüm korkusu var, o da cehennem korkusu değil, yok olmanın korkusu bile değil, biz gittikten sonra bizim adımıza dağıtılacak helvanın az pişmiş olmasının korkusu.
Önceki kitaplarında da aslına bakacak olursam bundan daha dört başı mamur bir dünya kurulmadığını düşünüyorum şimdi. Ama onlarda bütün olanlar bir kurguyla desteklenmeye çalışıldığı için, yazılan önermeler bir hipotez netliğinde değil de, anlatılan insanların bir heyulası gibi hissettiriyordu. Şimdi ortada fikirden başka bir şey kalmayınca ve bu fikirler son derece yerli ve özgün olsa da, ne bileyim.
İnsanın ne kadar aciz olduğunu, ne kadar şaşkın olduğunu okusam ne, okumasam ne. Zaten bilmiyor muyum.
Bu aslında ikinci okuyuşum. Geçen yıl ortalarında bir kez okumuştum. Bu kadar beğenmiş miydim, emin değilim. Ve fakat, geçenlerde yeniden gözüme çarptı ve orada hissettiğim şeyleri doğrulamak adına yeniden okudum. Kitabı ben iki bölümde düşünüyorum. İlk bölümdeki o şiirsel hava ayrı bir kitap; diğer kısımlardaki daha düz yazı formatı, daha doğrusal algı ayrı bir kitaptı. İlk okuyuşumda aslında beğenmediğim o şiirsel ilk kitabı nedense şimdi çok sevdiğimi gördüm. W.G. Sebald'ın derslerinde Stil konusuna dair söylediği; "Yazı, asla yazarın “şiirsel” olma gayreti içinde olduğu izlenimi uyandırmamalıdır" minvalindeki sözünün aksine, ve daha doğrusu bizatihî içine doğru dersek; Son zamanlarda okuduğum ve yazarın şiirsel olma gayreti içinde olduğu izlenimini gördüğüm, bundan hiç mi hiç rahatsız olmadığım yegâne kitaptır, elimizde tuttuğumuz.
Aksöğütler, süpürge çiçekleri, buhurumeryemler...
O şiirsel kitabın tüm esere yayıldığını düşünürsek, belki de hemen herkes için sıkıcı bir deneyime dönüşecekti. Bir yerinden itibaren kesilmiş olması, bence doğru bir karar olmuştu. Ama tersi duruma, öyle baştan aşağı şiirsel bir kitaba da hayır demezdim doğrusu. Bir de hayal bu ya, eğer Şule Gürbüz, bundan yüzyıl öncesinde doğmuş olsaydı ve bu kitabı o dönem yayımlamış olsaydı diyelim; diyelim ki, galiba şunu da eklemek lazım gelir; o dönemdeki okuyucu kitlemiz, elde avuçta kalan, savaşlardan yıkımlardan, geriye kalan bir tutam hevesli ve heyecanlı bir okur kitlemiz de olmuş olsun hazırda; hâlihazırda, varsa eğer böyle bir kitlesi ve zamanı bükebilme yetisi Şule Gürbüz'ün -ki bence var-, bu kitabın kendisinin olası bir Cibran, olası bir "Ermiş" etkisi yapacağını da düşünüyorum, Sevgili Okur... Keşke diyorum Şule Gürbüz, o dönem gelmiş olsaydı ve olasılıklar bizi ve Gürbüz'ü, Ermiş'in etkisi ile başbaşa bıraksaydı.
Çoban kaldıranlar, erguvâniler, ah o kuşlar, kuşlar...
Kalbim okurken bu kadar güzeline nasıl dayandı, hayret ettim. Şimdi geriye sevdiklerimi karşıma oturtup çizdiğim satırları kalbim ağzımda okumak kalıyor. Şule Gürbüz benim kelimelerle nasıl ifade edeceğimi bilemediğim hislerimin kitabını yazmış. Sen bir şey söyledin ve kelime de şuramda gürledi Gürbüz.
Baştan sevmeyecek gibiydim (öyle değilmiş) ama ilerledikçe yazarın anlattıklarına katılmasam da kendini ifade ediş şekline ısındım, "öyle miymiş" kısmında sevmeye başladım (öyle miymiş). Kadın, söz dizimin ustası, bundan edebi lezzet almaya daha açık bir karakterim olsaydı herhalde en sevdiğim kitaplardan biri olurdu ama aklım bazı yerlerde yazdıklarına, hiççiliğe varan varoluşçuluğa karşı çıkıyor. Dolayısıyla bir yıldız kırıyorum ama yazarın kafasındakileri bu kadar yetkin şekilde söze dökmesi hoşuma gitti. (ölyeymiş)
analog kamerayla fotoğraf çekmeyi ve nostaljiyi seven kitle şule gürbüz'ü çok seviyor. bir radyo söyleşisini dinlemiştim. sevdikleri kadar vardı gerçekten, zarif, naif, rölatif. (ozan akyol tonlaması) rölatifi kafiye olsun diye koydum kadını okuyunca kayda değer bir şeyler söyleyesi geliyor insanın. en iyisi işi ustasına bırakıp kaçmak şimdi;
"dili çözülen dert, anlatılabilir dert, hele anlaşılabilir dert, dert değil de sosyalleşmenin bir başka yoluydu."
"beni kendime tanıklığa çağırdıklarında bir şeyi, bir vakit olsun biliyor olsam."
"gençken ölmeyen ve ömrünün geri kalanını bu ölüyü sürüklemekle geçirmeyen yetişkin olabilir mi?
gençtim. istisnasız her gün öldüm. ölümüm bana sırlandı. ölümü de ben yıkadım, mezardan da belli etmeden hortladım. dirilere saygısızlığım bundandır."
Ve Şule Gürbüz'ün son kitabı 'Öyle Miymiş?' i bitirdim. Öncelikle ilk defa anlatı türünde bir kitap okudum ve zorlanmadım desem yalan olur. Bunda Şule Gürbüz'ün yoğun ve simgesel anlatımının da etkisi var. Gerçekten çok dolu bir yazar, bütün ifadelerinde bunu görebilirsiniz. O yüzden yüzeysel değil, kesinlikle sindirerek okunmalı. Anlatılarında 'hiçlik' kavramı farklı konular üzerinden irdelenmiş. Ben kitabı sevdim ama her şeyi tam olarak anladım mı? Hayır. Kesinlikle zaman içinde tekrar tekrar dönüp okuyup sindirmem gerekiyor bu kitabı. O zaman daha da çok seveceğime eminim. Herkese tavsiye ediyorum . 4/5
"Ülkemiz iyiyi değil kötüyü keşfetmeyi keşif sayarmış, kötünün kötülüğü herkes tarafından inkar edilince de başka kötüye geçermiş. Neyse ki bolmuş." Okuması zor, diline alışmak daha da zor. Alışınca keyif alıyorsunuz kitaptan, tabii yanınızda bilgisayar olsun mutlaka, anlamını bilmediğim öyle çok kelime vardı ki...
Zor bir okumaya hazırsanız başlayın derim. Özellikle ilk kısım beni çok yordu. İkinci kısım muazzamdı. Defalarca okudum. Kitap 4 kısımdan oluşuyor. Öyküden ziyade deneme ya da anlatı diyebileceğim bir kitap. Daha önce Şule Gürbüz'ün herhangi bir kitabını okumadıysanız bu kitap, dili itibariyle sizi yorabilir. Akıcı bir dili yok, aksine tek bir cümle üzerine dakikalarca düşünmeniz gerekebilir. Ben en çok 'hayır demeden itiraz' bölümünü beğendim.
********************************
Acı başkasının ise ders ve (gbkz: ibret), başında ise bela (gbkz: telakki) ediliyor.
*********************************
Bilgi mi aramalı, öğüt ve teselli mi? Şimdi bildiğinin binlerce fazlasını bilse insanın varlık seviyesi değişir mi? Bilgiyi bulduğunda estetik zevklerle tıkabasa dolu bir mirasyedi gibi kendinle taşıtın ve ruhun seyreldi.
********************************
Kulak duyduğuyla mamur, göz gördüğüyle mağrur, beden gidebildiği yer ve gerilebildiği kadarıyla mağmumdu.
Ne güzeldir yaşamın henüz neresinde olduğunu bilmezken, yaz mı kış mı bilmezken… Sf 162 Felsefe, tasavvuf, teoloji, günlük hayat, ölümlü dünya üzerine ağır cümleli metinlerden ve bazen kısa şiirlerden oluşmuş kitap. Detaya girip araştırır mıyım bilmiyorum ama melamilik üzerine yazılmış olsa gerek. Kıyamet Emeklisi’nde de etrafında gezdiğimiz tema.
okuduğum en ilginç kitaplardan. böyle okudukça "acaba bir yere bağlayacak mı?" diye beni dertlere gark eden, sonra gittikçe beni kendine bağlayan, her sayfasında not alacak bir şeylerin olduğu; katiyen olay örgüsü beklenmemesi gereken bir yapıt. bilinç akışıyla yazılmış, yıldızlı bir aferin gibi.
şiir gibi, upuzun bir şiir gibi.
"dünya, sefillerin talip olduğu, talip olmayana da dünyanın talip olduğu yeryüzü küresi. yüzlerceden bir tanesi, güneşin etrafında el pençe duranların üçüncüsü, etrafında dönüp dönüp yüzeyini kızartıp içi çiğ kalanların, "domatesim biberim de bu sayede iyi oluyor, kemer patlıcanını ile fasulyelerim de zırıl olmuş" diyenlerin en yuvarlağı, magma ile deprem ile tehdit edip tepesinden ve tabanından buz sarkan, göbeği hararetli, dönme yorgunu, koskoca semada bir uyduruk aydan başka kendisine biat edecek bulamamış, milyarlarcanın her gece birbirlerine binyıllardır "aha bak ay, birkaç güne hilale döner, dünyanın uydusu" dediği dilsiz dişsiz, şekli belirsiz, dünya artık beni tanıyıp da ağzına almasın diye her gece şekilden şekile giren bir ağzı açık halayık."
"...öyle firavunun yılana çevirdiği asa ile cebelleşirsin de bütün bir geçmişin ve kainatın, harun'un diline, davud'un sesine, eyüp'ün kabuklarına, yakup'un gözyaşlarının içine baka baka "kime göre?" diyen devir canlısına ne diyebilirsin?"
"insan anlamadığını alır, kıymetli bulduğunu da almaz. bu yüzden adam olmaz."
"ama bitiş yol ister, hep gitmek ve gide gide bitmek ister. halbuki insan zaten bittiği için başlar, çaresizlikten ve başka yol bulamadığından başlar."